Organik sebzelerle muhteşem bir avokado resminin altında lahmacun sorusu neden yer alır ki? Yoksa Bilecik'in organik tarımı mı meşhur dediğinizi duyar gibiyim. Şimdi de aslında Bilecik diye bir yerin hiç var olmaması sarmalına hep birlikte girdik kanımca.
Saat 8’e doğru geliyor, gün yerini yavaş yavaş geceye bırakıyor. Gün içerisinde zaman bir şekilde geçiyor ama gelin görün ki bu saatlerde sanki kocaman bir sis perdesi gözlerimin önüne iniyor gibi. Normalde nefes alış-verişlerime odaklanan birisi değilimdir ama işte son dönemde bu saatler başlayınca benim yerime başkası nefes alıp veriyor gibi hissediyorum. (Çok depresif bir başlangıç oldu sanırım, adeta Angela'nın Külleri'ni okuyacakmışsınız gibi mi geldi size yoksa? Telaşa hiç gerek yok, bolca lahmacun kokusu -bol soğanlı üstelik- az sonra geliyor.) O nedenle de ara ara kendimi dinlerken buluyorum. Bazen çok derinden bir nefes geliyor, rahatlıyorum; bazen inanılmaz bir sessizlik oluyor, panikliyorum. Neyse ki bu sis perdesinin arkasına saklanmış gizli akciğer devir teslim harekatına en hızlı dur diyen aksiyon televizyonu açıp keyifli bir film keşfetmek. ("Köşede duran pikabıma en sevdiğim plağı yerleştirmek ve zeytinli martinimden bir yudum alırken sallanan sandalyemde uzaklara dalmak" diyeceğimi sanan kimse olmadı sanırım.) Yanında da güzel bir kırmızı şarap bana eşlik ediyorsa akciğerlerimi geri alıyorum yavaş yavaş.
Eskiden işten eve dönünce; boynumu ve sırtımı sıkı sıkıya saran gergin ellerden ve midemi dikenli tellerle iki beden küçülten ağrıdan kurtulmak için hemen buzdolabına sığınır; bira-şarap-cin tonik-özetle elime ilk ne geçerse anında tüketmeye başlardım. Şimdilerde durum kesinlikle öyle değil. Bir kadeh o kadar yetiyor ki, onu bile saatler içerisinde keyifle tüketiyorum. Pandeminin ilk zamanlarda nasıl korkmuşsam, evde sürekli ıhlamur ve bitki çayı tüketir olmuş, diğer arkadaşlardan epey uzaklaşmıştım. (Bu ayrılık uzun sürmedi tabii ki, tez zamanda hasret sona erdi.) Şu anda hiç korkmuyor muyum? Hiç sanmam, yine garip ve kötü bir his içimde bir yerlerde pusuda bekliyor ama beni tümüyle ele geçiremiyor sanırım. Sahi, tarif ettiğim bu duyguları yaşayan bir ben miyim acaba? Bunu da çok düşünüyorum, sonra da cevabını bilmediğim için bir süre sonra unutuyorum. En iyisi ben biraz pencere açıp önünde anlamsız bir şekilde durayım, umarım bunu yapan tek ben değilimdir.
Pencere önünde durayım diye yazıp buraları terk etmiştim dün gece. Evimin muhteşem manzarasına (O kadar muhteşem ki ana dilim bile yeterli olamıyor tarif etmeye.) dalıp giderken baş ucumda da Haruki Murakami’nin ‘Dans Dans Dans’ kitabı göz ucuyla baktı durdu bana uyuyana kadar. Halbuki çok keyifle başladım kitaba, merak da ediyorum neler olacağını, yine de enteresan ve gizemli bir güç kitapla benim aramda kalın bir duvar ördü sanki. Okuduğun cümlelere odaklanamama, kendini aynı cümleyi tekrar tekrar okurken yakalayıverme ya da bir başladın mı kitabı elinden bırakamama da umarım sadece benim başıma gelen bir durum değildir. Bu gibi tespitleri yazıp yalnız olmadığıma dair birtakım umutlar besliyor gibi görünüyorum amma velakin yalnız olsam da gayet hayatıma devam edebilirim, bir anda yıkılıp kalmam canım. Keza bu yeni düzende yalnızlığın pek çok farklı formuna kendimi yerleştirmek zorunda kaldım. Baştan sona maddeleri saysam liste uzar gider, kimsenin de ilgisini çekmez ama en tuhafı sanıyorum ki restoranların lahmacun siparişinde koyduğu minimum sınır dolayısıyla kattaki tüm dairelere yetecek kadar sipariş vermek zorunda kalmam (beni tanıdıkça anlayacağınız üzere abartıdan hep kaçınmışımdır), bununla yetinmeyip lahmacunlar adeta kaçacakmış korkusuyla hepsini yemem, ardından yaşadığım derin pişmanlık duygusuna rağmen yüzüme yayılan ve 24 saat boyunca geçmeyen muhteşem gülümseme olabilir.
Verdiğim örnek sanırım yalnızlıktan ziyade bir delinin hatıra defterinin girizgahı gibi oldu ama inanın bana henüz delirmedim. (Delirmemişimdir herhalde değil mi?) Tüm deliler de olayı inkar eder derler ama yok yok, gerçekten henüz o noktada değilim. Bu arada, bu satırları yazarken sürekli akşam yemek için ne yapsam diye aklımdan geçirip duruyorum. Oldum olası yemeğe düşkün, asla aç kalmayan, illa ki yiyecek bir şeyler bulan birisi olmuşumdur ama son aylarda herhangi bir öğünü tüketirken bile, sonraki üç öğünde neler yiyebileceğimin hesaplaşması hızlandırılmış bir şekilde hem beynimde hem de midemin derinliklerinde gerçekleşiyor. Üstelik bu hesaplaşmada ben aktif olarak yer almıyorum, uzaktan kendi halinde bir izleyiciyim. İşin içinde değilim ama içten içe lahmacunun galip gelmesini; sabah haşladığım karnabahar-brokoli salatasıyla içine bilumum sebzeyi kattığım mercimek çorbasının bu raundu kaybetmesini diliyorum.
Akıllara evde lahmacun mu yapılıyor sorusu gelebilir ki ülkenin dörtte üçünün sürekli ekmek yaptığı, börekler açtığı, sarmalar sardığı dönemlerden geçmedik değil ama benimkisi sadece bir siparişten ibaret. Hatta yanına da acılı şalgam suyu hayali söz konusu. Bu menü, doğum günümde kendime aldığım hediyeydi bu arada, ne kadar da elit, ne kadar da saygın bir kutlama örneği. Sanırsın Urfa’nın bağrından kopup geldim İstanbul’lara da canım sürekli lahmacun ve şalgam ikilisini çekiyor. Halbuki, kendimi bildim bileli Zaytung’a, Onedio’ya ve de Umut Sarıkaya’nın efsane karikatürlerine konu olan Bilecik, canım memleketim olur. Olur da nesi meşhur, şöyle güzel bir yemeği var mı diye sorma gafletinde bulunursanız eğer ki umarım sormazsınız, sessiz kalma hakkımı kullanmak isterim. Ben sizin tanıdığınız, gerçi henüz tanışmadık ama öyle varsayalım, ilk Bilecikliyim değil mi? Cevabınızı o kadar iyi tahmin edebiliyorum ki.
O zaman, sizi lahmacun-Bilecik-pandemi şeytan üçgeninde bırakıp klavyeden usulca uzaklaşayım ben en iyisi. Tabii lahmacuna karşı olan eşsiz hislerimi sizlere aktarabilmek adına The Zombies - Can't Nobody Love You'yu dinlemeye başlayalım bir yandan da. Yakın bir zamanda tekrar görüşürüz diye tahmin ediyorum. O ana kadar pencereleriniz açık, ruhunuz ferah, mideniz dopdolu olsun!
Kağıthane (manzaram müthiş derken çok ciddiydim)
Lahmacun candır❤️