Günlerden bir gün martini içiyorum, gözlerim kapanıvermiş bir anda, içim geçmiş de diyebiliriz tabii. Gözlerimi açınca bir de ne göreyim, uçsuz bucaksız Manhattan sokakları. Öyle güzel bir manzara var ki karşımda; size tasvir edebilmek için 'Manhattan'da mutluyum!' sloganını mı anlatsam, köşe başlarında demirhindi şerbeti ikram eden centilmen beyefendileri mi söylesem inanın hiç bilemedim.
Hava birkaç gündür o kadar soğuk ki kafamı bile balkona çıkarma girişimlerim ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlanıyor. 18 yaşına kadar, kış aylarını burun kızartan, elleri çatlatan, ayakları kaydıran ve nefesi kesen havayla birebir mücadele ederek geçirmiş olan benim için bu başarısızlıklar hiç hoş değil haliyle. Ama sanıyorum ki insan, her şeyde olduğu
gibi, küresel ısınmaya da alışıyor, belki de bu samimi havayı benimsiyor ve hatta geçmişini bir çırpıda da unutuveriyor. Peki nasıl oluyor da ilk görüşte aşık olduğu, karnında o meşhur kelebekleri uçuşturan ve sonrasında da ızdırap denizinde boğulmasına neden olan o malum şahısları (bu isim tamlaması yerine başka kelimeler kullanmaya çalıştım ama inanın bana, en insan içine çıkarılabilecek harfler topluluğu bu oldu) unutamıyor? Böyle bir soru sorunca da kendimi, New York’taki dairemin salonunda pencere önüne oturmuş, bir yandan Cosmopolitan’ımı yudumlayıp bir yandan da o haftaki köşe yazımı yazmaya çalışan Carrie Bradshaw gibi hissetmiş olabilirim. Peki tamam, bu his aşırı küçük olabilir, hatta yoka yakın olabilir, keza bu satırları Kağıthane’deki muhteşem dairemde ıhlamurumu yudumlarken kaleme alıyorum evet ama olsun canım, his histir sonuçta.
Ne diyorduk, evet kelebekler; o güzel, rengarenk, ömrü kısacık olan kanatlı varlıklar. Bu arada, dünya üzerinde ömrü 1 gün olan hiçbir kelebek yokmuş, türüne göre 1 haftadan 1 yıla kadar yaşayabiliyorlarmış. Bu konuda yıllar yılı kandırılmış olabiliriz diye düşünüyorum, ne dersiniz? Kelebekle leylağın bir araya gelmesi de işte o meşhur dizi ‘Sex and the City’ye götürüyor bizi ya da ondan bulunduğumuz noktaya geri getiriyor da olabilir. Dizinin bölümleri arasında mekik dokurken sizin de ne kadar az stilettoya ve porföy çantaya sahip olduğunuz (beni tanıyanlar bilir, ekmek almaya bile eser miktarda makyaj ve son moda topuklu ayakkabılarımla giderim) ve şu yaşınıza kadar Manhattan sokaklarında kaybolarak bir gün bile geçirmediğiniz gerçeği anında gözlerinizin önünde kuvvetli bir şimşek gibi çakmadı mı? Yoksa o aydınlanma anı genelde kafamızın üzerinde yanan bir ampul şeklinde mi vücut buluyordu?
Gönül isterdi ki yazının bu kısmında Louis Vuitton, Chanel, Gucci, Dior gibi markaların en çok beğenilen ürünlerinden bahsedip bambaşka dünyalara yelken açalım ama aslında leylak kokusu neden kokinalarda yok diye merak ettiğimi yazarak paragraf başı yapmış bulunuyorum. Eminim ve de asla şaşırmıyorum ki dünyamıza yeni icatlarını katmak için gece gündüz çalışan pek çok bilim insanı -ya da yaratıcı ruh mu demeliyiz emin de olamadım ama- bu dahiyane fikrimi bir saniye bile akıllarına getirmediler. Yine de hiç sorun değil, düşüncesi bile ıhlamur bardağımın bir anda martini bianco ile dolmasını sağlayabilir kanımca. (sahi bu değişim, düşünce gücüyle değil de 7/24 hizmetimde olan bir Sebastian sayesinde olsaydı fena mı olurdu?)
Leylakların kokinalara, ıhlamurların martinilere dönüşemediği günümüz dünyasında neyse ki kelebeklerin ömrü sadece ve sadece 1 gün değilmiş gerçeği sayesinde yazımızın sonuna gelebiliyoruz. (neden çoluk çocuk sahibi evli çiftler gibi birinci çoğul şahıs kullandım inanın ben de bilmiyorum) Bu satırların hemen ardından Blonde Redhead – Misery Is a Butterfly çok iyi gidebilir, demedi demeyin.
Tahmin edin bakalım neredeyim
Comments