"Düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz." Ne güzel söylemiş Turgut Uyar. Küçük bir dolabın içerisine girsek ve gözlerimizi kapatsak, About Time filmindeki Tim gibi çocukluğumuza dair bir anımıza dönebilir miyiz acaba? Her ne kadar içinde bulunduğumuz muhteşem yirmi birinci yüzyılda, nevresim çıkarma-takma işlemleri hala manuel yapılıyor, evin her köşesine sinsice ve günaşırı dolan tozları alabilen robotlar henüz üretilmediği için toz bezleri kullanılıyor ve diş macununun ortadan sıkılması teknik olarak engellenemiyor olsa da, teknolojiye ve bilim insanlarına inancım sonsuz. Peki, çocukken en sevdiğiniz ağaç hangisiydi ve okuduğunuzu hatırladığınız ilk kitaba dair anınız nasıldı desem; gözler kapanır ve ruhlar şenlenir miydi?
Yazın sıcağında, kirazın kırmızısında
Kiraz ağacının bendeki yeri hep bir başkadır. Çocukluk anılarımdaki yeri hele, denizlerin en derin noktalarında saklanmış o nadide inci taneleri gibidir.
Bundan seneler seneler önce haliyle, ben küçücükken ufacıkken; doğum günlerimde pastamdaki mumları rahatlıkla sayabilirken, sosyal medya kara deliği hiçbirimizi yutmamış ve tüm dünyaya hükmeden sevimsiz virüslerle tanışmamışken, Bilecik’in nohutlu mantısıyla meşhur ilçesi Gölpazarı’nda bahçemizin dört bir köşesine kiraz ağaçları hükmederdi. Müstakil evimizin etrafını özenle ve şefkatle saran, bana göre aile bireylerinin her birini dönemin canavarlarından koruyan kocaman bir bahçemiz vardı. Ve evet muhtemelen aklınızı kurcalayan ‘Yahu mantı dediğin kıymalı olur, nohutlusu da nereden çıktı?’ sorusu, o döneme de damgasını vurmuştu. Sadece kiraz değil tabii ki; vişne, elma, armut, erik, badem, dut ve benim hatırlayamadığım pek çok ağaç, sabahları elimde salçalı ekmeğimle bahçemizi arşınlamaya başlarken bana göz kırpardı amma velakin benim koşarak gövdesine sarılmak, dallarında hayallere dalmak istediğim hep kiraz ağacı olurdu. En sevdiğim de, evimizin merdivenlerinden inince dümdüz gittiğimde karşıma çıkıveren, aralarında en yaşlısı ve doğal olarak da en heybetlisi olandı.
Özellikle yaz ayları başlayıp da okullar tatil olunca; alırdım kitabımı ve atıştırmalıklarımı yanıma, hemen tırmanırdım kiraz ağacının en yukarısına. Orada gece gündüz tek başına nöbet tutan ve her öğleden sonra beni dört gözle bekleyen çiçek desenli minderim karşılardı beni. Etrafımda kırmızı kırmızı kirazlar, elimin altında sarı sarı sayfalar uykum gelene kadar okurdum da okurdum. Bazen kendimi o kadar çok kaptırırdım, o kadar uykum gelirdi ki bir de bakmışım rüyalara dalıvermişim. Tabii bu anlık iç geçişlerinin bedeli; kiraz ağacından bir anda yumuşak toprağa bilinçsiz iniş, iki bacağımın da haritayı andıran yara berelerle kaplanması, istiklal marşı ve kapanış şeklinde olurdu. Yine de tüm yazı; kiraz ağacımla ben kâh Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşına şahit olarak, kâh Şeker Portakalı’ndaki Zeze’nin kurduğu hayallere dahil olarak, kâh da Küçük Prens’in beğeneceği bir koyun çizmeye çalışarak geçirirdim. Yıllar birbirini kovaladıkça o kiraz ağacına daha az çıkar, daha az hayal kurar oldum. Gel zaman git zaman, çocukluğumun an tatlı anlarına şahit olan, o güzelim evimizden de taşındık. Yeni evimizin ne bahçesi ne de kiraz ağacı vardı üstelik. Yaz tatilleri yine upuzundu, yine keyifliydi ama beni sarıp sarmalayan, hatta yeri geldiğinde pamuklara saran o kiraz ağacım çok uzaklardaydı artık.
Nirvana'ya ulaşan Çalıkuşu ve siyahlar içerisinde bir ben
“Odandan bir zahmet çıkmayı ve halka karışmayı hiç düşünmüyor musun acaba?”
Annemin tatlı ama her zamanki gibi de tepkili sorusuydu bu. Ne zaman içime kapansam, ruhumu sımsıkı teller sarıp sarmalasa; kendimi bir kitabın sayfaları içinde buluverirdim hemen. İlk önce ön sözde ne demiş yazar diye meraklanır, sonra da arka kapağındaki cümleleri göz ucuyla tarardım. Ardından da kitabın ilk satırları elimden tutar ve alıp beni bambaşka diyarlara götürürdü. O günlerden birisinde Reşat Nuri Güntekin’in ‘Çalıkuşu’nu okuyordum. Orta son sınıftaydım diye hatırlıyorum yoksa neden tepeden tırnağa siyahlar içerisinde bir ben olarak odamda uzanmış olayım ki? Ergenlik ruhu denen o asi, o karanlık ve o girdaplarla dolu güç beni de ele geçirmişti ne yazık ki. Her gün ama istisnasız her gün; artık siyah renkle hiçbir bağı kalmamış, yıkanmaktan kumaşı incelmiş ve çürümeye yüz tutmuş tişörtlerimden birisini üzerime geçiriverir, altına da siyah pantolonlarımdan birisini bir saniye bile düşünmeden giyiverirdim. Sol bileğimde, sanki ne kadar çok takarsam, evrene de o kadar çok hâkim olacakmışım gibi simsiyah deri bilekliklerim sıralanırdı art arda. Hayattan bezmiş, beni yarı yolda bırakma ihtimali her geçen gün artan siyah spor ayakkabılarım da tüm kiri pasıyla beraber ayakkabılıkta beni bekler dururdu.
Saçlarım rapunzele dudak ısırtacak kadar gereksiz uzun, gözlerim de beni yıllar yılı dört göz lakabına mahkûm edecek kadar miyoptu. Odamın her köşesini, Nirvana’ya ve tahmin edileceği üzere Kurt Cobain’e duyduğum hayranlığı kanıtlamam gerekiyormuşçasına posterlere boğmuştum. Masamın üstünde yığılı duran, her hafta sonu uğradığım pasajda Ahmet abiye doldurttuğum kasetlerim yüzünden bazen elimi kolumu koyacak yer kalmazdı. İnsanı bir günde romatizmayla tanıştırabilecek ve nefes darlığına yelken açtırabilecek güçte rutubet kokan pasaj, o dönemde hepimizin uğrak noktasıydı. İçerisi ne kadar karanlık, ne kadar izbe olsa da; oraya adımımı atar atmaz masmavi notaların havada uçuştuğu bambaşka bir dünyanın kapısı açılırdı önümde. Kasetlerin A ve B yüzünde listelenen kelimeler şarkılara ait değil de içimi dolup taşıran hayallerimin bir parçasıydı sanki. Hayallerimin ritmi bile karanlıktı o zamanlar, içinde saklanan renklere bir türlü ulaşamıyordum.
İşte böylesine siyah, böylesine ‘smells like teen spirit’ ruhunda günlerde Çalıkuşu’ndaki Feride’nin yaramazlıkları yüzümü gülümsetiyor, siyaha çalan ritmimin rengini açıyordu. Sayfaları üçer beşer çevirdikçe de ileride nasıl bir kadın olacak acaba diye meraklanmaya başlıyordum. Kelimeler arasında salına salına yürüyor, yazarın akıcı dili sayesinde cümleler arasında koşar adım hale geliyordum. Bazen kendimi o kadar çok kaptırırdım ki, bölümler arasında maraton koşucusundan farkım kalmazdı. Gözlerim fal taşı gibi açık olmasına rağmen, bir yandan da Kamuran’ı hayallerimde canlandırmaya çalışırdım. Üstümün başımın tüm siyahlığına, ruhumu saran karanlığa inat Reşat Nuri’nin kalemi bana gökkuşağının tüm renklerini sunuyordu adeta. Odamda yağmurdan eser yoktu, güneş desen o dönemlerde bana hiç uğramazdı ama sürükleyiciliğiyle beni kasıp kavuran her güzel kitaba denk gelişimde rengarenk oluverirdi dünyam.
Şimdi düşünüyorum da; yine siyah rengi hayatımın merkezine koyduğum günler var, kendimi Nirvana’nın şarkılarını mırıldanırken bulduğum anlar da oluyor ama o zamanki karanlık güce dair hiçbir eser yok hücrelerimde. İyi ki de yok haliyle, yoksa o asi ruhla bir başıma uğraşamaz, muhtemelen kapıyı suratına çarptığım gibi uzak diyarlara kaçardım. Halbuki canım annem, biriciğim; bir gün bile uzaklara gitmeye kalkmadı, hep yanı başımdaydı, dibimde olmadığı zamanlarda da mutlaka göz ucuyla izlerdi beni. Tüm siyahlığıma rağmen, o şefkatli sesiyle ve bitmek tükenmek bilmeyen sevgisiyle şu anki renkli dünyamın kapılarını araladı bana. İyi ki de o kapı, onun sayesinde aralandı ve nadide bir kelebeğin kanat çırpışındaki renkler tüm hücrelerime doluverdi.
***
Sımsıcak bir güneşin tüm gün boyunca gökyüzünde raks ettiği ancak bizim gibi masum bünyelere festival tadındaki bu cumartesi gününün yine, yeniden yasak olduğu bir hafta sonunun daha ortasına geldik. Sabahın ilk ışıklarından beri kâh balkonlarımızda volta attık, kâh gözümüze batan toz zerreciklerinden kurtulmaya çalıştık, kâh iki sene önce bugün fotoğraf hatırlatmalarına hüzünle baktık. (Liste o kadar uzun ki, devam etseydim gün içerisinde yaşananları kâh ortak parantezine almak zorunda kalacaktım.) Mutlak değer, kesirli sayılar gibi konulara el atmamak için en iyisi Nirvana – Smells Like Teen Spirit açalım ve neşemizi bulalım derim.
Kağıthane (sonsuza dek sanırım)
Farklı şehirlerde aynı kitapları okuyan çocukların gençlikte buluşması... since 2000❤️