Günün en sevdiğim zamanı geldi çattı. Gökyüzünün kızıla çaldığı, güneşin nazlana nazlana gitmeye hazırlandığı dakikalar. Tam da bu anlarda kalbim kozasından çıkmak için sabırsızlanan kelebek misali heyecanlanıverir. Çünkü ikinci evim gibi olan kitapçının, en benlik köşesine kurulma vaktim geldi demektir.
Bizim mahallenin gediklilerinin gönlünde taht kuran, yüksek tavanlı, cumbası göz kamaştıran, içi de mis gibi naftalin kokan “Hayalperest Kitabevi”. Benim köşem de cumbanın en nadide masasında, cam kenarında duran, tahtadan yapılma mavi sandalye. Üstünde de leylak desenleri eskimeye yüz tutmuş ama taşıdığı anılardan mıdır neden bilinmez rahatlığı dillere destan minderim beni bekler. Emekli olduğum günden beri, her akşam koluma bez çantamı takar, dudağımdan kırmızı rujumu eksik etmez, soluğu hemen oracıkta alıveririm.
Sandalyeme kurulur kurulmaz da şöyle çaktırmadan etrafı kolaçan ediyorum ki, dünyaları kalbine sığdırmış, kalbinin iyiliği de akça pakça yüzüne yansımış garson bey oğlum mu çalışıyor bugün anlamaya çalışıyorum. Bir de ne göreyim, kulağına takıp takıştırdığı sayısız küpe yüzünden kulak memeleri isyan etmiş, yüzü hariç her yerini dövmeye boğduğu için ten rengine artık ulaşılamayan o sevimsiz kız gülümseyerek bana doğru yaklaşıyor.
- Hoş gelmişsiniz Sevim teyzecim, salebimiz çok güzel, size de bir tane getirmemi ister misiniz?
- Yok istemem, kalsın ayol. Şekerim çıkar sonra, çayınız tazeyse bir bardak alayım ama çok demli olmasın, o zaman da tansiyonum fırlayıveriyor.
- Tabii Sevim teyzecim, ben hemen getiriyorum, siz keyfinize bakın.
Sanki o demese ben keyfime bakmayacağım. Halbuki garson bey oğlum olsa, benim canıma kasteder gibi salep önermez, beni görür görmez en sevdiğim desenli fincanda tazecik çayımı getiriverir. Kendi kendime söylenmeyi bırakıp kafamı camdan şöyle dışarıya doğru uzatıveriyorum. Ilık bir meltem esintisi gibi yüzüme dokunuyor güneş ışınları, ruhumu okşuyor bahar akşamının inceliği. Yaz aylarının eli kulağında resmen, güzelim bahar bitti bitecek. İnsan yaş aldıkça, İstanbul’un kavurucu sıcakları daha bir zor geliyor bünyeye. Hey gidi hey; nerede o gencecik, dal gibi, güzeller güzeli kız Sevim’in yaz geldi diye pır pır atan kalbiyle Suadiye plajını arşınladığı günler. O zamanlar tabii İstanbul’un yazı pamuk şekeri gibi tatlı, plajları da inci tanesi gibi göz kamaştırıcı. Böyle eskilere dalmışken tam, sokağın karşısındaki kasaptan yükselen kavga sesleriyle irkiliyorum. Mahalledeki herkes gibi şaşkın ve hatta şok olmuş gözlerle dükkânın içini görmeye çalışıyorum. Çünkü genç kızlığımdan beri tanıdığım kasap Salih Bey kadar beyefendisini, sessiz sakinini, kendi halinde olanını, hatta ve hatta utangacını görmemişsinizdir herhalde. Ama gelin görün ki adamcağızın içine şeytan girmiş gibi. Fazla kilolarından her daim al al olan yanakları gibi bu defa gözleri kan çanağına dönmüş sinirden. Bende de şu katarakt mereti olmasa, dükkânın içinde o küçücük boyuyla ama tiz ötesi sesiyle Salih beye kafa tutan kadının eşkâlini hemen çözeceğim ama nafile, gözlerimi ne kadar kıssam da hala meraktan çatlamaya devam ediyorum. Ah büyük oğlum Ömer’in sözünü dinleyip oluverecektim ameliyatı geçen yaz da kurtulacaktım bu dertten ama yok keçi inadım tuttu yine. “Canım annem, güzel annem; hadi inat etme artık da oluver şu ameliyatı, hem çok basit bir işlem hem de sonrasında dilediğin kadar bizde kalırsın.” dedi durdu evladım ama bir türlü ikna edemedi beni. Ayol nasıl etsin ki o nemrut gelinim varken? Sanki beni evinde iki günden fazla misafir etmesine izin verir de hanımı olacak o uğursuz Yelda, ah benim yüksek yüksek okulları bitirip muteber bir doktor olmuş ama naifliği hiç azalmamış saf oğlum işte.
Ben yine kendi kendime söylenirken böyle, dükkândan dışarı poşet poşet etler atılmasın mı? Ay tam da sokağın ortasına düşüverdi ince ince doğranmış güzelim ciğerler. Şimdi mahallenin bütün cingöz kedileri üşüşüverecek bu ziyafete. Kıyamet kopmaya devam ediyor bu arada, havada uçuşanlar ciğer mi dersiniz, kanlı canlı pirzola mı yoksa belirsiz. Söylene söylene dükkândan dışarı kendisini dar atan bizim Neriman değil mi, terzinin ikinci hanımı hani, mahallenin pinti Neriman’ı bu resmen. Kim bilir ne dedi, neler neler söyledi de dünyanın en sakin adamcağızı Salih beyin tansiyonunu bu denli yükseltti? Bağırış çığırışın sebebini anlamak için olaylara kendimi nasıl kaptırmışsam, garson kızın seslenmesiyle dengemi sağlayıp kafamı içeri sokabildim. Maazallah! Merakından cumbadan düşüverdi de göçtü gitti bu dünyadan emekli hemşire Sevim diye adım çıkıverecekti neredeyse. Hayretler olsun ki bu defa benim sevdiğim fincanda getirmiş çayı kız, gözüme mi girmeye çalışıyor nedir anlamadım hiç. Küçük oğlum Öner’i gördü de beğendi, bana kendisini sevdirmeye mi çalışıyor yoksa bu yarım akıllı? Yani şu da bir gerçek tabii yavru kuzumu görüp de beğenmeyen yok, o da abisi gibi nice okullardan mezun oldu da hâkim oldu annesinin bir tanesi. Ama yok Ömer’imde Yelda uğursuzuyla yaptığım ilahi hatayı tekrarlayacak göz var mı bende hiç? Uğursuzun adını ağzıma aldım diye midir nedir mahalleli birbirine girdi resmen, bu defa da çığlık sesleri geliyor kasabın iki bina yanındaki sokaktan. Yoksa bunu ben uyduruyorum da kulaklarım bana oyun mu oynuyor? Ama kusura bakmayın lütfen de bu ithamı kati surette kabul edemem keza gözlerde katarakt, dizlerde siyatik, belde fıtık var evet buna itirazım yok amma velakin ne hikmetse kulaklarım hala ilk günkü gibi müthiş işitiyor. Vallahi de billahi de doğru işitmişim, o sokağın sol tarafındaki hemen ikinci dükkân terzi Sami beyin yeri. Ay kataraktlarıma rağmen bir de ne göreyim; arkada kasap Salih beyin hanımı Mualla Hanım terliklerinden biri elinde, önde de pinti Neriman’ın beyi sinek Sami kovalamaca oynuyorlar adeta. Sami bey de bu mahallede doğup büyümüşlerden, delikanlılığından beri sinek kaydı tıraş olur hep. Gençliğinde mahallenin popüler beylerinden olup az kadının gönlünü çalmamıştır o da ama şu anda düştüğü hal içler acısı resmen.
Bu keşmekeşte gözlerim Neriman’ı arıyor tabii ki ama görünürlerde o yok, nereye kayboluverdi acaba kaşla göz arasında? Çok şükür ki fırıncı Muzaffer Bey bir hışımla attı kendisini yola da gözü dönmüş Mualla hanımın önüne geçiverdi. Onun da maşallahı var, boy desen bir doksan, kilo desen sumo güreşçilerinden hallice. Bu vesileyle de Sami Bey arkasına bakmadan ara sokaklardan birisine dalıverdi ve aniden gözden kayboldu. Ay nasıl aksiyon dolu bir gün oluyor böyle. Halbuki güzelim mahallemizin ağzı var, dili yoktur normalde. Esnafın her biri birbirini sever, kollar, dara düşen birisi olursa mutlaka yardım elini uzatır. Hanımları desen pek marifetlidir, ellerinden her iş gelir; beyleri de her daim ziyadesiyle centilmendir, etliye sütlüye karışmaz. Yine kendi kendime söylenirken, bu defa elimde tuttuğum pek sevdiğim çay fincanını cumbadan aşağı düşürmeyeyim mi? Kalbim küt küt atmaya başladı, tüm damarlarımdaki kan ani bir kararla vücudumu terk etmeye karar vermişçesine çekiliyor, avuçlarımın içi terden sırılsıklam. Yetişin a dostlar, sizin gözleriniz de benim şahit olduğum bu kâbus gibi görüntüyü görebiliyorsa yalvarırım yetişin de kurtarın Sevim teyzenizi. Bir yandan feryat figan bağırıyorum, bir yandan mavi sandalyeden doğrulmaya çalışıyorum. Katın diğer köşesinde oturan ve geldiklerinden beri birbirlerine olan aşkı methiyeler dize dize anlatmaya doymayan çift benim bu deli hallerim karşısında şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez haldeler. Kendimi merdivenlerden aşağıya doğru sürüklemeye çalışırken ağzımdan çıkan sürekli aynı cümle: “Ah benim hâkim kuzum, ah benim yakışıklı evladım, ah yavrum abin etti, sen de etme, çek ellerini o dövmeli yılan ellerden, çek diyorum sana!”
***
Sevim teyzemiz, siyatiğine rağmen herhangi bir zayiat vermeden merdivenlerin son basamağını görebilecek mi? Hadi bunu başardı diyelim, asıl hedefine ulaştığında son sürat yükselmekte olan tansiyonuyla nasıl başa çıkabilecek? Birtakım soru işaretlerinin gündeme oturduğu şu dakikalar için naçizane önerim üzerine bolca tarçın serpilmiş salebinizi yudumlarken Ella Fitzgerald, Louis Armstrong - Cheek To Cheek'in yumuşacık ritminde kaybolup başka bir diyara ışınlanmak olur.
Kağıthane
Kommentare