top of page
Ara
aysunesgin

Tüten burunlar ordusu

Güncelleme tarihi: 5 Nis 2021

Ünlü bir düşünür (tabii ki Bilecikli) der ki "Kahvaltıda Yunan tavernasını kayısı kıvamında tüketenler, uzaya tez yol alır." gibi bir cümle kursam herkesin kafası karışacak. O nedenle sadece diyorum ki yumurtada kayısı kıvamı için gereken süre sadece 7 dakika.

İnsanın sevdiklerini özlemesinin ulaşabileceği maksimum bir sınır var mı acaba? Sabah sabah (gerçi belki de siz bu yazıya gecenin bir körü rastlayacaksınız) böyle bir soru da nereden çıktı diye merak edilebilir. Sosyal medyanın, üzülecek miyiz ya da şaşıracak mıyız diye hiç düşünmeden hatırlattığı eski fotoğraflar, günümüz dünyasında koskoca bir yılın kayıp yıl ilan edilmesi yüzünden en son (tahminen) bir sene önce bir araya gelinen buluşmalar ve artık görüntülü konuşmaların bile insanın bam teline dokunduğu hassas bir ortamın oluşması her birimizi evrenin değil de özlemin sınırlarını merak ettirecek noktaya getirdi sanırım. Gerçekten bunun bir sınırı var mı?


Uzaya fırlatılan roketler gibi keşke bizim de iç dünyamıza keşifler yapılsa, detaylı yapılacak (başak burcu olarak tabii ki de ruhumun derinliklerinin hak ettiği özeni gösterilerek mercek altına alınmasını bekliyorum) incelemeler sonunda merak ettiklerimiz netleşse, şöyle derin bir nefes alsak biz de ya da tam tersi çıkan sonuçlarla daha da derin depresyonlara girsek diyorum, ne dersiniz? Sizi bilmem ama ben hissediyorum o maksimum sınıra çok yaklaştım. O sınır geçilirse ne oluyor onu da aşırı merak ediyorum haliyle ama bir yandan da ‘Yok canım, senin daha yolun var.’ diye kendimi telkin ediyorum. Diyelim ki sınırlar geçildi, önce hepimiz bir rahatlamaz mıyız ama itiraf edin lütfen. Her sabah kahvaltıdan sonra ‘Bugün ne pişirsem?’ sorunsalıyla boğuşmak yerine sınırın diğer tarafında belki de günümüzü gün ediyor oluruz. Ne bileyim, sabahtan başlarız belki de Yunan taverna müzikleri eşliğinde dans etmeye (yine umuyorum kahvaltı ederken taverna müzikleri dinleyen sadece ben değilimdir şu koskoca ve uçsuz bucaksız evrende) ya da gecenin ilerleyen saatlerinde sanki gün yeni başlıyormuş gibi şöyle tavşan kanı bir çay demlemek için suyu ısıtıcıya koyarız. Özlemenin sonuna gelince dünyanın tersine döneceğini ya da en azından yana doğru eğileceğini varsaymam, yıllar yılı çok geniş olduğunu düşündüğüm hayal gücüm adına kara bir leke sanırım.


Kara delik gibi bizi içine çeken özlemden, hiçbir çamaşır suyunun ya da vanish kosla oxi action’ın (ah buraya ne kadar da güzel bir ürün yerleştirme olabilirdi, kosla duy sesimi) çıkaramayacağı kara lekeye uzanan garip bir yolculuk yaşadık. Halbuki avokadolu ve organik tam buğday ekmekli kahvaltılar edilmiş, üzeri göz göz olan ve her daim şekersiz Türk kahveleri de içilmiştir diye düşünüyorum. Her şeyin organik ve şekersiz olduğu bir atmosferin hangi tabakasında olduğun(m)uza dair detaylı değerlendirmeyi bir sonraki yazımda yaparız sanırım. Vakti zamanında ben de tabii ki çayı, kahveyi ya da içebileceğim ne buluyorsam şekerle tüketiyordum ki kimse bana aksini önermemişti. Olaylar sonra nasıl gelişti tam hatırlamıyor olsam da şu anda hiçbir sıvımın içerisine şeker denen o melek görünümlü şeytanı eklemiyorum. İtiraf.com’a giriş yapıyorum gibi olacak ama evet, ne yazık ki ben de yılbaşı çekilişiyle cep telefonları, ev robotları, tabletler hediye edilen sosyal medya bataklığına düşüverdim. Milyonların takip ettiği ve daha önce bu kadar yakından maruz kalmadığım kadar çok da fenomenin hayatına şahit olma gafletinde bulundum. Onlar nasıl organik, nasıl şekersiz, nasıl esnek ve huzur dolu (yoğun güneşi selamlama, aşağı bakan köpek pozu verme ve çakraları açma sağolsun), nasıl “Sizin için benzer ürünleri linkledim canlar, bakmak için yukarı kaydırın.” cümlesiyle donatılmış hayatlar öyle? Boğazı gören balkon ve hatta tenis kortu büyüklüğündeki teraslarını, benim evimin toplamından daha çok alana sahip mutfak tezgahlarını, “Bu paketler de dünkü siparişim sevgili takipçilerim.” cümlesinin arkasında yükselen alışveriş tepelerini gören gözlerim; biraz daha bu manzaralara maruz kalsaydı 4 numara olan miyop seviyesini 14’e çıkarmaya karar verirdi sanırım. Neyse ki tüm çekilişler sona erdi ve ben (tabii ki peşimde sürüklediğim ve her paylaşıma etiketlediğim o 3 arkadaşım da) bir sakız bile kazanamadık.


Bugün de Nikos Kallergis – Greek Tavern Songs bize eşlik etsin diyorum, soğanları ince ince doğrarken ve pasparlak güneş altında erimeye yüz tutmuş kar tanelerine dalıp giderken. Tahminimce ne jülyen, ne küp-küp, ne piyazlık, ne de halka dilim kesilen soğanlarınız bu kadar romantizme maruz kalmamıştır.


Kağıthane (hâlâ ve de hâlâ)


23 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page